deneme bonusu deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler ecoplay deneme bonusu deneme bonusu https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler youtube mp3 Bonusverensiteler.com deneme bonusu veren siteler meritking giriş kingroyal giriş

GÜLENʹİN SON DURUMUNU KALEME ALDI

SPOR (İHA) - İhlas Haber Ajansı | 08.12.2013 - 16:02, Güncelleme: 03.09.2022 - 16:01
 

GÜLENʹİN SON DURUMUNU KALEME ALDI

Zaman yazarı Kurucan, Fethullah Gülen’in çok ağladığını ve doktorların sürekli olarak tansiyonuna baktığını belirtti. Ahmet Kurucan ayrıca “Ölsem diyorum ama sonra bu hizmete bir zarar gelecekse şu zehir zemberek hayata katlanmak lazım.” dediğini de yazdı.  İşte Fethullah Gülen’in ruh halini anlatan o yazı: “Sohbetin sonunda Yunus Emre’nin “Bir garipsin şu dünyada; gülme gülme ağla gönül” dizelerini söylerken “siz ne zaman güldünüz ki?”dememek için kendimi zor tuttum. İkindi sonrası misafirlerine ayıp olmasın diye oturduğu o 5-10 dakikada bile hıçkırıklarını tutmak için büyük mücadele veren bir insan vardı karşımda. Demedim, diyemedim. Vasat müsait değildi, yanlış anlama ve anlaşılmalara konu olur endişesi beni durdurdu. Ama okuduğunuz üzere yazı diliyle söylüyorum şu an bu sözleri. Sizin güldüğünüzü gören yok ki? Hele şu günlerde. İşte burada duruyorum; çünkü dershanelerin kapanması tartışmaları, herkesin bildiği gibi başlangıçta belki de çoklarının hayal dahi edemediği noktalara doğru kaydı. Hocaefendi konu ile alakalı Herkül sitesinde yayınlanan konuşmaları ile açıkça düşüncelerini dile getirdi. Gazetelere manşet oldu bu konuşmalar. Ortalığın bir manada toz duman olduğu bir zamanda bizatihi kendisi açıktan açığa dünya kamuoyuna mal olacak şekilde düşüncelerini dile getirirken, Hocaefendi’nin sohbetlerini ortam tasviri ile birlikte anlatan birisi olarak devreye girmem çok doğru olmazdı. Şahsî düşünce ve kanaatlerime gelince ben onları sosyal medyada zaten paylaştım. Onun için geçen hafta yazı günümde Ramazan ayındaki bir derste aldığım notları değerlendirdiğim bir yazıyı yayımladım. Bugüne gelince, gündem cenneti dediğimiz ülkemizde hadiseler bir türlü durulmuyor ama her geçen gün, her yeni açıklama, her yeni haber daha net bir manzaranın oluşmasına sebebiyet veriyor zihinlerimizde. Kanaatler rasih hale geliyor. Flu renkler ortadan kaybolup siyah ve beyazda karar kılıyor. Dolayısıyla bu safhadan sonra benim söz konusu günlerde Hocaefendi’nin hissiyatını –dikkat edin sözlerini, düşüncelerini demiyorum, çünkü onlar meydanda- tarihe mal olması için kaleme almamda mahzur olmadığını düşünüyorum. Mağmum Hocaefendi. Mükedder. Üzgün. Üzgün kelimesine farklı bir mana veya o manada ayrı derinlikler kazandıracak kadar üzgün hem de. Necip Fazıl’ın “Bıçak saplasan gölgeme; sımsıcak kanım damlar” dediği halet-i ruhiye içinde. Gece-gündüz sırtından hançerleniyormuş gibi sanki. Bir his değil bu, kendi ifadesi. “Birisi Karun diyor, birisi dış dünyanın oyuncağı. Hançer yiyorum gece-gündüz.” Maddî bir delil isterseniz şunu söyleyebilirim; bu yazıyı kaleme aldığım gecenin gündüzünde gün boyu oradaydım. Saymadım ama sanırım 10 defa tansiyonuna bakılmıştır doktorlar tarafından. Keşke birisi çaktırmadan yüzüne zoom ederek fotoğrafını çekse ve görseniz üzüntünün yüze yansıyan şeklini. Gözlerinin altında ağlamaktan kaynaklanan ve adeta torba olmuş aşağıya doğru sarkan şişkinlikleri. Bir yazıma başlık yapmıştım bir zamanlar Sezai Karakoç’tan ilham alarak: “Ne kadar ağladığı gözyaşlarından değil, gözlerinden belli.” “Böyle hadiseler karşısındaki duyduğum üzüntüyü benim hissiyatıma sahip olmayan anlayamaz. Annem-babam, dedem-ninem ve kardeşlerim bir anda ölseler bu kadar üzüntü duymazdım. Bakın ölsem diyorum.” Öğle namazı öncesi âdeti olduğu üzere ezanı dinlediği koridora açılan odada söyledi bu cümleyi. Tam karşısında duvara asılı ekranda İstanbul Eminönü’nden çekilmiş kısa bir video kaydı var. Onu seyrediyor. Bir tarafta vızır vızır işleyen arabalar, diğer tarafta bir yerlere koşuşturup duran insanlar. Gözü oraya takıldı ve sustu. Hocaefendi ne düşünüyordu bilmiyorum ama ben “ölsem” kelimesine takılmıştım. Çok geçmedi, sanki kalbimden geçenleri okumuşçasına: “Ölsem diyorum ama sonra bu hizmete bir zarar gelecekse şu zehir zemberek hayata katlanmak lazım.” Rahatlamıştım ama Hocaefendi’nin düşünceli hali devam ediyor. Gözleri derinlere daldıkça dalıyor. Yetmiyor, bu derinliklerin daha da derinine ve derununa inmeye çalışıyor. Uzun Ramazan günlerinde şeker rahatsızlığının etkisiyle herkesi buğulu görmesi gibi, şimdi de herkesi buğulu gördüğüne adım gibi eminim. Ne düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Ülkemizin bin bir tane dış ve iç gaile ile çevrili siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel yapısına ilave edilen bu sorun nasıl çözülür diye düşünüyor sanırım. Hakta sebat adına verilen inat duygusunun yanlış kullanıldığı zaman, hem ferdin hem de ortak aklın fonksiyonunu nasıl da yok ettiğini düşünüyor da olabilir. Yaklaşık iki yıldır sohbetlerin hülasasına bakın; sanki hizmete karşı böylesi bir tavır bekliyormuş da etrafına “aman ha dikkat” mesajları veriyordu Hocaefendi. Daha doğrusu ben bugün yaşananları görünce böyle yorumluyorum o iki yıllık sohbetlerdeki üslup vurgusunu, hased-rekabet-düşmanlık çizgisindeki uyarılarını. “Hazmedilememeyi hazmetmek.”diyordu mesela. “Sizin yaptıklarınıza değil varlığınıza bile tahammül edemeyenler.” diyordu bir başka defasında. “Bazen müminin rekabeti kâfirin küfründen daha fazla zarar verebilir.” dahi demişti bir keresinde. Ve sonra “Başkaları sizi kendilerine göre tanıtmadan önce siz sizi tanıtın ve acele edin.” diyordu. Yine yaklaşık iki yıl önceydi yanılmıyorsam; şubat rüzgârları benzeri rüzgârların yeniden esebileceğini haber veriyor, temkin ve teyakkuza dikkat çekiyordu. İtiraf edeyim; anlamamışım o zaman ne denildiğini ya da ne denilmek istendiğini? Enfüs’ün derinliklerinde yol alırken âfakta seyahat bu olsa gerek. “Geriye doğru ne kadar kulaç atabiliyorsan, ileriye de o kadar atabilirsin.” sözüyle de izah getirebiliriz buna. Bitireyim yazıyı. Ulûhiyet, insan ve hayat gerçeğine aynı perspektiften bakmadığımız insanların gazetelerinde dalga geçtiği, aynı ortak paydada buluştuğumuz insanların ise anlamakta zorlandığı dua ve namaza yaptığı vurgudan bahsedeyim iki satırla. Hocaefendi, yukarıda da ifade ettiğim gibi “keşke ölsem” diyerek ölümü insana temenni ettirecek hadiselerin arasında tefsir ve fıkıh derslerinden taviz vermiyor. Her sabah muntazaman derslere devam ediyor. Daha dün ders öncesi daimi misafir nitelemesine uygun birisinin gündemle alakalı ilave bilgi vermesi karşısındaki tavrı bana göre destanlık. Önce nezaketen dinledi birkaç cümle; ardından “Dünyadaki meseleler bir şekilde hallolur; biz ahirete ağır bir yükle gitmemeye bakalım. Namaz kılalım, dua edelim.” dedi ve kesti muhatabının konuşmasını. Umurunda değil şeklinde anlamayın bu yaklaşımı. Tam aksine umurunda. Umurunda olduğu için çıktı kendisi konuştu. Bununla beraber Hocaefendi asıl ve yegâne çözümün sabır, namaz ve duadan geçtiğine inandığı için böyle söylüyor. Hatta duada bir başka boyutu nazara veriyor: “Eğer elimizden geliyorsa ağlayarak içimizi Allah’a dökme. Evlâdı yoğun bakıma alınmış ve doktorların “Allah’tan ümit kesilmez.” söylemine muhatap kalan anne-babayı misal veriyor. “İşte o anne-baba nasıl teveccüh eder Allah’a; aynen böyle bir teessürle teveccühte bulunmalı. Aksi halde yaşanan hadiselerle alakanız yok.” demektir. Sözlerini bağlarken merhume annesini hatırladı. “Vefatından az önce Dr. Mahmut Bey’in ‘stabil’ dediği dönemdi.” dedi. “Hastanede başını karyolasına yaslamış dalgın dalgın oturuyordu. Alvar İmamı’nın ‘Acep bir karûbân hane bu dünya’ şiirini yine ondan duyduğumuz şekliyle mırıldanıyordu. Biz de mırıldanalım isterseniz. “Acep bir karûbân hane bu dünya Gelen gider konan göçer bu elden Vefası yok sefası yok fani hülya Gelen gider konan göçer bu elden  Civanları cefa ile eder pir Ne gedeler güler bunda ne emir Misafir hanedir ol pak-ı zemir Gelen gider konan göçer bu elden  Görülmemiş vefasızın vefası Bu dar-ı mihnetin yoktur sefası Ecel şerbetinin olmaz şifası Gelen gider konan göçer bu elden  Aman Lütfi gibi gafil bulunma Ölümdür akibet ferah salınma Sonunda sen de ölürsün alınma Gelen gider konan göçer bu elden.”
Zaman yazarı Kurucan, Fethullah Gülen’in çok ağladığını ve doktorların sürekli olarak tansiyonuna baktığını belirtti. Ahmet Kurucan ayrıca “Ölsem diyorum ama sonra bu hizmete bir zarar gelecekse şu zehir zemberek hayata katlanmak lazım.” dediğini de yazdı.  İşte Fethullah Gülen’in ruh halini anlatan o yazı: “Sohbetin sonunda Yunus Emre’nin “Bir garipsin şu dünyada; gülme gülme ağla gönül” dizelerini söylerken “siz ne zaman güldünüz ki?”dememek için kendimi zor tuttum. İkindi sonrası misafirlerine ayıp olmasın diye oturduğu o 5-10 dakikada bile hıçkırıklarını tutmak için büyük mücadele veren bir insan vardı karşımda. Demedim, diyemedim. Vasat müsait değildi, yanlış anlama ve anlaşılmalara konu olur endişesi beni durdurdu. Ama okuduğunuz üzere yazı diliyle söylüyorum şu an bu sözleri. Sizin güldüğünüzü gören yok ki? Hele şu günlerde. İşte burada duruyorum; çünkü dershanelerin kapanması tartışmaları, herkesin bildiği gibi başlangıçta belki de çoklarının hayal dahi edemediği noktalara doğru kaydı. Hocaefendi konu ile alakalı Herkül sitesinde yayınlanan konuşmaları ile açıkça düşüncelerini dile getirdi. Gazetelere manşet oldu bu konuşmalar. Ortalığın bir manada toz duman olduğu bir zamanda bizatihi kendisi açıktan açığa dünya kamuoyuna mal olacak şekilde düşüncelerini dile getirirken, Hocaefendi’nin sohbetlerini ortam tasviri ile birlikte anlatan birisi olarak devreye girmem çok doğru olmazdı. Şahsî düşünce ve kanaatlerime gelince ben onları sosyal medyada zaten paylaştım. Onun için geçen hafta yazı günümde Ramazan ayındaki bir derste aldığım notları değerlendirdiğim bir yazıyı yayımladım. Bugüne gelince, gündem cenneti dediğimiz ülkemizde hadiseler bir türlü durulmuyor ama her geçen gün, her yeni açıklama, her yeni haber daha net bir manzaranın oluşmasına sebebiyet veriyor zihinlerimizde. Kanaatler rasih hale geliyor. Flu renkler ortadan kaybolup siyah ve beyazda karar kılıyor. Dolayısıyla bu safhadan sonra benim söz konusu günlerde Hocaefendi’nin hissiyatını –dikkat edin sözlerini, düşüncelerini demiyorum, çünkü onlar meydanda- tarihe mal olması için kaleme almamda mahzur olmadığını düşünüyorum. Mağmum Hocaefendi. Mükedder. Üzgün. Üzgün kelimesine farklı bir mana veya o manada ayrı derinlikler kazandıracak kadar üzgün hem de. Necip Fazıl’ın “Bıçak saplasan gölgeme; sımsıcak kanım damlar” dediği halet-i ruhiye içinde. Gece-gündüz sırtından hançerleniyormuş gibi sanki. Bir his değil bu, kendi ifadesi. “Birisi Karun diyor, birisi dış dünyanın oyuncağı. Hançer yiyorum gece-gündüz.” Maddî bir delil isterseniz şunu söyleyebilirim; bu yazıyı kaleme aldığım gecenin gündüzünde gün boyu oradaydım. Saymadım ama sanırım 10 defa tansiyonuna bakılmıştır doktorlar tarafından. Keşke birisi çaktırmadan yüzüne zoom ederek fotoğrafını çekse ve görseniz üzüntünün yüze yansıyan şeklini. Gözlerinin altında ağlamaktan kaynaklanan ve adeta torba olmuş aşağıya doğru sarkan şişkinlikleri. Bir yazıma başlık yapmıştım bir zamanlar Sezai Karakoç’tan ilham alarak: “Ne kadar ağladığı gözyaşlarından değil, gözlerinden belli.” “Böyle hadiseler karşısındaki duyduğum üzüntüyü benim hissiyatıma sahip olmayan anlayamaz. Annem-babam, dedem-ninem ve kardeşlerim bir anda ölseler bu kadar üzüntü duymazdım. Bakın ölsem diyorum.” Öğle namazı öncesi âdeti olduğu üzere ezanı dinlediği koridora açılan odada söyledi bu cümleyi. Tam karşısında duvara asılı ekranda İstanbul Eminönü’nden çekilmiş kısa bir video kaydı var. Onu seyrediyor. Bir tarafta vızır vızır işleyen arabalar, diğer tarafta bir yerlere koşuşturup duran insanlar. Gözü oraya takıldı ve sustu. Hocaefendi ne düşünüyordu bilmiyorum ama ben “ölsem” kelimesine takılmıştım. Çok geçmedi, sanki kalbimden geçenleri okumuşçasına: “Ölsem diyorum ama sonra bu hizmete bir zarar gelecekse şu zehir zemberek hayata katlanmak lazım.” Rahatlamıştım ama Hocaefendi’nin düşünceli hali devam ediyor. Gözleri derinlere daldıkça dalıyor. Yetmiyor, bu derinliklerin daha da derinine ve derununa inmeye çalışıyor. Uzun Ramazan günlerinde şeker rahatsızlığının etkisiyle herkesi buğulu görmesi gibi, şimdi de herkesi buğulu gördüğüne adım gibi eminim. Ne düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Ülkemizin bin bir tane dış ve iç gaile ile çevrili siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel yapısına ilave edilen bu sorun nasıl çözülür diye düşünüyor sanırım. Hakta sebat adına verilen inat duygusunun yanlış kullanıldığı zaman, hem ferdin hem de ortak aklın fonksiyonunu nasıl da yok ettiğini düşünüyor da olabilir. Yaklaşık iki yıldır sohbetlerin hülasasına bakın; sanki hizmete karşı böylesi bir tavır bekliyormuş da etrafına “aman ha dikkat” mesajları veriyordu Hocaefendi. Daha doğrusu ben bugün yaşananları görünce böyle yorumluyorum o iki yıllık sohbetlerdeki üslup vurgusunu, hased-rekabet-düşmanlık çizgisindeki uyarılarını. “Hazmedilememeyi hazmetmek.”diyordu mesela. “Sizin yaptıklarınıza değil varlığınıza bile tahammül edemeyenler.” diyordu bir başka defasında. “Bazen müminin rekabeti kâfirin küfründen daha fazla zarar verebilir.” dahi demişti bir keresinde. Ve sonra “Başkaları sizi kendilerine göre tanıtmadan önce siz sizi tanıtın ve acele edin.” diyordu. Yine yaklaşık iki yıl önceydi yanılmıyorsam; şubat rüzgârları benzeri rüzgârların yeniden esebileceğini haber veriyor, temkin ve teyakkuza dikkat çekiyordu. İtiraf edeyim; anlamamışım o zaman ne denildiğini ya da ne denilmek istendiğini? Enfüs’ün derinliklerinde yol alırken âfakta seyahat bu olsa gerek. “Geriye doğru ne kadar kulaç atabiliyorsan, ileriye de o kadar atabilirsin.” sözüyle de izah getirebiliriz buna. Bitireyim yazıyı. Ulûhiyet, insan ve hayat gerçeğine aynı perspektiften bakmadığımız insanların gazetelerinde dalga geçtiği, aynı ortak paydada buluştuğumuz insanların ise anlamakta zorlandığı dua ve namaza yaptığı vurgudan bahsedeyim iki satırla. Hocaefendi, yukarıda da ifade ettiğim gibi “keşke ölsem” diyerek ölümü insana temenni ettirecek hadiselerin arasında tefsir ve fıkıh derslerinden taviz vermiyor. Her sabah muntazaman derslere devam ediyor. Daha dün ders öncesi daimi misafir nitelemesine uygun birisinin gündemle alakalı ilave bilgi vermesi karşısındaki tavrı bana göre destanlık. Önce nezaketen dinledi birkaç cümle; ardından “Dünyadaki meseleler bir şekilde hallolur; biz ahirete ağır bir yükle gitmemeye bakalım. Namaz kılalım, dua edelim.” dedi ve kesti muhatabının konuşmasını. Umurunda değil şeklinde anlamayın bu yaklaşımı. Tam aksine umurunda. Umurunda olduğu için çıktı kendisi konuştu. Bununla beraber Hocaefendi asıl ve yegâne çözümün sabır, namaz ve duadan geçtiğine inandığı için böyle söylüyor. Hatta duada bir başka boyutu nazara veriyor: “Eğer elimizden geliyorsa ağlayarak içimizi Allah’a dökme. Evlâdı yoğun bakıma alınmış ve doktorların “Allah’tan ümit kesilmez.” söylemine muhatap kalan anne-babayı misal veriyor. “İşte o anne-baba nasıl teveccüh eder Allah’a; aynen böyle bir teessürle teveccühte bulunmalı. Aksi halde yaşanan hadiselerle alakanız yok.” demektir. Sözlerini bağlarken merhume annesini hatırladı. “Vefatından az önce Dr. Mahmut Bey’in ‘stabil’ dediği dönemdi.” dedi. “Hastanede başını karyolasına yaslamış dalgın dalgın oturuyordu. Alvar İmamı’nın ‘Acep bir karûbân hane bu dünya’ şiirini yine ondan duyduğumuz şekliyle mırıldanıyordu. Biz de mırıldanalım isterseniz. “Acep bir karûbân hane bu dünya Gelen gider konan göçer bu elden Vefası yok sefası yok fani hülya Gelen gider konan göçer bu elden  Civanları cefa ile eder pir Ne gedeler güler bunda ne emir Misafir hanedir ol pak-ı zemir Gelen gider konan göçer bu elden  Görülmemiş vefasızın vefası Bu dar-ı mihnetin yoktur sefası Ecel şerbetinin olmaz şifası Gelen gider konan göçer bu elden  Aman Lütfi gibi gafil bulunma Ölümdür akibet ferah salınma Sonunda sen de ölürsün alınma Gelen gider konan göçer bu elden.”
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.